13 Haziran 2008 Cuma

Kalbin sevgiye doyduğu an ya da bildiğimiz beyin hoşafı

Johnson diye 1999-2000 civarı hıçkırıklı bir şarkıyla ce-e yapıp giden bir adamcağız vardı. Geçen gün mp3'lerimin arasından, dolabın karanlık köşelerinden ortaya çıkıveren bebeklik hırkası gibi ortaya çıktığında bir kez daha çaresizce "beni sev! beni sev! daha çok sev! bu kadar değil! daha çok! çok! öl! geber!" hissiyatını hatırlamama sebep olup hafifçe sinirlerimi oynattı.
Ben sanırım annemle babamın sevgi yumucuğu kolları arsında hayatın pek tatlı olduğunu idrak ettiğim 3 yaş civarı zamanlardan beri çotonk diye madalyonun diğer yüzünü de dikkate almak gerektiği sapıklığını göstermişim. Tabii 3 yaşında olayları "dikkate alarak", minicik kıvırcık kafamda analiz edip formül üretmiyordum. Olaylar daha çok "hmm, şimdi anne beni seviyor, baba beni seviyor... kikiki... gugugu..." şeklinde sürerken, annenin bütün makyaj malzemelerini ve bir kutu talk pudrasını odadaki oyuncak bebeklerin üzerine boca etmem sonucu saçını başını yolup, "seni Afrika'daki çocukların yanına gönderirim burayı hemen toplamazsan!" tehdidiyle farklı bir renk aldı. "Anne beni gerçekten seviyor olsa Afrika'daki aç çocukların yanına göndermezdi!" Mantıklı tabii. Hangi sevgi dolu yürek böyle bir şey yapabilir... O zaman yeterince sevmiyor, hepsi yalan! "Sen beni sevmiyorsun!"
Sonra okul kabusu başladığında ben çoktan yeterince sevildiğine bir türlü ikna edilemeyen arızalı çocuğa dönüşmüştüm. İlkokul da bu konuda pek yardımcı olmadı. Mesela "ben senin yanına değil Melis'in yanına oturmak istiyorum" diyen bir sınıf arkadaşıyla karşılaşmak travmalar travması bir duruma dönüşebiliyordu.
Lise hayatı, oğlanlar filan işin içine girdiğinde aklımın içten yanmalı modda kendi kendine durduk yerde verdiği hasarların ne boyutlara gelmiş olduğunu tahmin edin, ben anlatıp o günlere geri dönmeyeyim. Bloguna krizlenen kız çocuğu olup utanmıyım kendimden.
Neyse, çocukluğuma dönme işini kanepesine uzandığım sakallı terapist amcalara bırakıp Johnson'a dönelim. Bu adamın Say you Love me adlı şarkısında, öyle bir höykürmeyle yalvarışı var ki, insan kendinden bir şeyler bulmaya çekiniyor. Yok canım, bu kadar da ağlamam herhalde diyor içinden.
Laf aynen şöyle: "say you love me, lie if you need to, cry if you need to, die if you need to"
E, yuh tabii. Karşımızdakinin sevgisine ikna olabilmemiz için ölmesini göze almaya kadar gidebilen bir tatminsizlik içindeyiz yani. Üstelik, yalana bile razıyız. Ama bu anlaşılır geliyor bana, çünkü ne de olsa gerçeğine de hüzünle burun kıvırıp "yalan söylüyorsun" yapma ihtimali var.
Böyle bir sevgili modelinin insanı ne derece çileden çıkarabileceğini hayal edince "ilişkilerde sapıklık oto-kontrolü" adlı makaleler yazıp halka yardımcı olasım geliyor.
Fakat maalesef bu saçma güvensizliği ilişki içinde kontrol altında tutabilmeyi zaman içinde başarabilmek demek, o beyin kemirgeni parazitten kurtulmak anlamına gelmiyor.
Bir de bu tür insanların (bakın "bu tür" filan diyerek kendimi kaymak gibi dışında tutuyorum olayın, kim yerse artık) başına gelebilecek en fena şey şaşırtıcı bir şekilde onları geerrçekten seven birinin olması. Hatta allah korusun, böyle sarsıcı aşk hikayeleri filan iyice hoşafını çıkarır hasta kalbin.
Çünkü, belki bu "love-sick" yavruckla sürekli gönül eğlendirilse, paçavra gibi kapının önüne koyuluverse her seferinde, "seni sevmiyorum, bi git başımdan"lar tokat gibi yanacığında patlasa terbiye olucak akıl. Oysa, aşk içinde öyle mi? "Sen beni sevmiyorsun" dedikçe karşısındaki daha çok paralıycak kendini. "Hayır seviyorum, ölüyorum, aşığım! Of!" diye içi içini yiycek çocuğun, üzüm üzüm üzülücek. Bu haller daha da tetikliycek küçük sapığın açlığını. Yani bir anlamda obezite tedavisi görenin önüne sıra sıra ziyafet çekmek, ağzına çikolata şelaleleri dayamak gibi bir şey bu.
İçinde yüksek oranda kibir, korku, güvensizlik barındıran bir beyin anomalisinden bahsediyoruz gördüğünüz gibi. Bir nevi tahtı sallantıda kraliçe sendromu. Halkı onu terkedecek, kraliçeliğin ön koşulu başı dik, mağrur, taş duruş elden gidicek, tahtını herkesin önünde tam otururken altından çekiverecekler, bu da şap diye popo üstü yere oturucak, pofuduk eteği başına geçip, dantelli donu göründüğünde tüm dünya kah kah kah gülücek haline. Ne büyük rezillik!
Daha da abartıp, şu sabahtan beri yapmaya çalıştığım sıkış psikolojik çözümlemeyi bir adım daha ilerletip diyebilirim ki; kendini sevmeyen hep başkalarının sevgisiyle yamalamaya çalışır ruhunu.
Kendini sevmemek de işte çocuklukta gereğinden fazla sevildiği için, "allahım ben bu sevgiyi hak edecek ne yaptım", "kimim ki sonuçta" diye diye ezilip büzülmelerle alakalı olabilir.
Orta uzunlukta bir ömürde sevgiye doyulan anın kucaktan inip yürümeye başlandığı anda bittiğini bile söylerim şimdi ben mesela.
Sonrası bildiğiniz hoşaf, evet.

6 Haziran 2008 Cuma

Telesekreteri geçtim telefona takılıyorum

Bu telefon işi çok acayip. 15 yaşında pembe yatak örtüsünün üzerine pufidik terlikle serilip, kıvırcık kabloyu işaret parmağında döndüre döndüre telefonda saatleeerrce konuşan kız çocuğu modelini anlamak için ömrümü verdim. O kulak ısınıp ısınıp, telefon ahizesi orta kulağa, üzengi ve çekice bir buharlı ütü işkencesi yaparken car car car, "sonra böyle dedi, şöyle dedi, yani ben de dedim ki ama o Pelinsu'dan hoşlanıyo yani, ama, bak kimseye söyleme dedim, sen de kimseye söyleme, ben zaten kimseye söylemedim, o da söylemem dedi, ben zaten önceden böyle bişey söylendiği için konuşmak istemedim, o yüzden söylemem, sen de anlatırsan bunu küserim bak, hayatta konuşmam, büyük rezillik olur, yani çünkü onun Pelinsu'dan hoşlandığını kimse bilmiyomuş ve biteriz..."diye devam eden konuşmaları içime fenacıklar basarak dinlemek durumunda kaldım bir dönem. Ama bakınız, dikkat çekiyorum, "dinlemek" zorunda kaldım. Alçılara alındım, kulağa ütüyü bastım. Gelin görün ki, hiçbir işime yaramadı bu acılı eğitim. Kız çocuklarının heyecan dolu pratiğine biraz daha gönül verseydim, belki de şimdi nispeten bir nebze anlam içeren telefon görüşmelerinde, "hık"tan öteye geçebilirdim.
İş konuşmalarını bir tarafa bırakıyorum zaten. Onları kağıda nokia template'leri gibi cümlecikler yazarak idare etmeyi öğrendim. spontane soruları da çok panik olursam, "bir saniye bekletebilir miyim?" gibi es'ler vererek geçiştirebiliyorum.
Ama, en acıklısı sevgiliyle konuşma sırasında yaşananlar. Sevgili dediğimiz, hayatımdaki 100. senesini doldurmamışsa eğer, her "alo" sonrası aşılması gereken zorlu bir level bana.
başarıyla atlanan level'lar konuşma tecrübesi olarak haneme yazılıyor, sonra yeni yöntemlerle gıdım gıdım da olsa kendimi geliştirebiliyorum. Ama kanepeye uzanıp televizyon kumandasını bir taraftan ponponlaya ponponlaya, hatta noodle'ı chopstick'lere döndürüp hüplete hüplete, yayım yayım bir rahatlık içinde konuşma seviyesine gelmem yıllarımı alır. ömür törpüsü bir iş bu.
Ben ki, sosyofobikliğin kitabını yazarım, nasılsın sorusuna insan gibi, "iyiyim sen nasılsın?" diye cevap veremem "iyiii.. işte ayh.." filan gibi saçmalama potansiyelim yüksektir, fakat işte yüz yüzeyken en azından şaşkın bir mimik, el kol filanla kurtarabiliyorsun durumu.
telefonda öyle mi?
haır değil, aynen şöyle:
Normal konuşabilen sevgili- Merhaba nasılsın?
Retardo kız çocuğu - Hmm, iyiyimm..
NKS - (burada kendisine yöneltilen bir soru olmadığı için düzen şaşıyor) Ee, napıyosun?
RKÇ - Hiiç işte oturuyorum... (Bu oturmak nedir yarabbim! Kurtulamadım şu kalıptan gitti. İnsan yaptığı işi OTURMAK diye tasvir eder mi?)
NKS - (Kendisi "normal" tepkileme donanımına sahip bir kişi o yüzden soru gelmeyeceğini anladığı için anlatmayı tercih ediyor. Ki iyi ediyor, yoksa tıkanıcaz ölücez bir yerde) Ben de çalışıyorum işte. Toplantı vardı bugün. Çok sıkıcıydı.. bik bik bik...
RKÇ - Hmm.. yazık kötüymüş.. (yazık ne?!)
NKS - Moralin mi bozuk senin? Yorgun musun ya da?
RKÇ - (İşte beklenen an! konuşmak yerine ameliyatlı kedi viklemesini tercih edersen olacağı bu. Normal insan bir derdi varken.. hmmm... mmmff... pfff filan der, ama hayır, kelimeler yanan beyinde kaynamış gitmiş. bir derdimiz yok oysa ki, gayet mutluyuz. şimdi anlat anlatabilirsen)
Yok canım! Nerden çıktı? İyiyim gayet...
NKS - Ne biliyim öyle bir durgun geliyo sesin...
RKÇ - Yok diil... (iddialaşıyor bir de!)
NKÇ - (Çocukcağızın yapacağı bir şey kaldı mı allah aşkına sorarım size) Peki o zaman konuşuruz sonra...
-- Tuhaf sessizlik --
RKÇ - Hmm... tamam bye bye...
NKS - Ba--
ÇAT!

Ayrılın gitsin daha iyi.